Öncelikle senden geç kalmış bir mektup için özür dilemek istiyorum. İnsan istiyor ki mektubu yazıp bitirip, sahibine ulaştırdıktan sonra hemen şevkle cevap verilsin. Yerinde bir istek bu... Fakat sen de biliyorsun ki mektup yazmak bir tâkat işi, nicedir kendimde bulamadığım o şey hani. Yazmaya heveslendiğim anda da sınavlarımın gelip çattığını gördüm. Böyle böyle derken bugünü buldu mektubum. İnsan ne de güzel buluyor ertelemeye bahanesini, değil mi?
Bu mektubu hiç uyumadığım bir gecenin sabahında yazıyorum. Saat yediye on var, zifiri karanlık. Biraz acıktım, biraz uykusuzum. Kalkıp hazırlanıp kahvaltıya gitmekle on saniye içinde uyuyakalmak arasında tercih yapmak için kendimi yoklarken birden mektup yazma iştiyakı duydum. Yatağımdan ayrılıp kalem defter almak istemedim, bilgisayar da kapalıydı. Sana bu mektubu telefonumun notlar kısmından yazıyorum, bence böylesi de çok hoş.
Uyumadım çünkü yoğun bir sınav haftasından sonra "öylesine" bir şeyler yapmak istedi canım. Gün içinde internetimin hızı kaplumbağaya yenildiği için iki gecedir dizi izliyorum; Şahsiyet'i. Haluk Bilginer'i pek severim. Dizi yayınlandığından beri oturayım izleyeyim dedim ama olmadı. Fakat iyi ki de olmamış, bugünü beklemiş. İki gecedir uzun zamandır keyif almadığım kadar keyif alıyorum izlediğim bir şeyden. Herkes kadar benim de önyargılarım var Türk televizyonuna ve sinemasına. Belki sinemamız daha iyi durumda fakat televizyonda içler acısı durumdayız malum.
Bu dizi televizyonda değil başka bir platformda çıktı biliyorsundur. İzlerken niye öyle olduğunu çok iyi anladım. Sansüre o kadar alışmış ve istemeden de olsa onu öyle benimsemişiz ki sansürü kaldırdığımız anda ortaya çıkan şeyin bizi memnun edebileceği aklımıza gelmemiş bile. Hoş, beni biliyorsun, her türlü süzgece karşıyım ben. Ne lüzumu var diye düşünürüm. Hele ki çağımızda... İnsanın ufak bir dokunuşla dünyayı ve içindeki tüm pislikleri öğrenebileceği bir çağdayız. Öyleyse köşe bucak neyi kaçırıyorlar bizden? Belki de kovalamamız isteniyordur. Belki de sansürün yaptığı budur: kötü olanı cazip kılmak... Pekâlâ olabilir. Bana kalırsa başka bir halta yaradığı da yok ya zaten, neyse.
Konu bir anda dallanıp budaklandı. Sana diziyi övecektim. İnce ince o kadar güzel şeyler işlenmişti ki, bunu izleyince anlayacağını biliyorum. İzlerken -ki izleyeceğine eminim- ‘’Sümeyye mektubunda bu kısımdan bahsediyordu’’ diyeceksin. Biliyorsun, dizi seven bir insan değilim. Belki dünya standartlarında alelade bir dizidir bu. Senaryo kusurları, oyunculuk kusurları, kadraj kusurları falan vardır belki. Ama ben bunları boş vermek istiyorum. Bizim ülkemizde, bizim gözümüze baka baka söylenen o replikler için minnet duydum. Buna çokça rastlamıyoruz. En yüce düşünen insanlar bile ima etmekle yetinmeye başladılar günümüzde. Malum, ekmek parası falan... Muhalif olmak düşman olmak zannedildiğinden ya da öyle lanse edildiğinden beri konuşan ya nefret kusuyor ve empoze edilmeye çalışılan -büyük oranda başarılı da olan- bu fikri kuvvetlendiriyor ya da susuyor. Fakat bir yerden böyle yapımlar çıkmıyor mu, bana umut veriyor. Mesela bana sorsan Türk sinemasında sende yer etmiş filmler nelerdir desen, güldüğüm ve ağladığım filmlerden önce bana umut veren, içimde İsmet Özel'in "Evet, isyan!" dizesini uyandıran, görünmeyenin peşine düşen -en azından bunu yapmaya çalışan- filmleri söylerim. Devrim Arabaları derim, Vali derim. Bunlar bir şeyleri değiştirmek isteyenlerin filmi, değilse de ben böyle inanmak istiyorum. Çünkü izledikten sonra kendimi güçlü ve "şahsiyet" sahibi hissediyorum.
Mektubunu yeniden okumadım, bu yüzden bana sordukların vardıysa da unuttum, bir de bunun için özür dilerim senden. Şimdi dönüp mektubunu yeniden okumak sonra da değinmemi istediğin konularda yazmak, yazıp da bu mektubun doğasını bozmak istemiyorum.
Şahsiyet'i bitirdiğimden beri dünyanın herhangi bir yerinde şu an birilerinin acı çektiğini düşünüyorum. Sanki onları düşünmemiz bile yetiyor onlara. Çünkü yeterince düşünürsek bir süre sonra düşünce bize yetmeyecek ve harekete geçeceğiz. Mesela şey yapsak, her gün yarım saat düşünsek onları. Savaşın ortasında kalanları, istismara uğrayanları, sokaktakileri? Yaptığımız her neyse daha iyi yapar, baktığımız her yüze daha anlamlı bakmaz mıyız o zaman? Bir gün her şeyi unutsak bile bir şahsiyetimiz kalır böylece.
