18 Kasım 2018 Pazar

Bizden tecrübeli insanları dinlemek, bir yerden sonra neden ruhumuza sıkıntı verir de, kulaklarımız şöyle komik bir Bektaşi fıkrası dinlemeyi bu sıkıcı nasihatlerden daha çekici bulur?


Sevgili Sümeyye,

Mektuba başlamak her zaman için bir sıkıntı olmuştur. Yüzyıllardır böyle bu. Oku bak yazar mektuplarını, uzun mektupların hepsi mektuba nasıl başlayacağını bilmediğini söyler, ilk önce bundan dolayı, mektubun yazarı özür diler karşı taraftan. Yalnızca mektup değil, her şeye başlamak her zaman sıkıntı olmuştur. Mutfakta menemen yapmaya yeltenince ilk başlarda insan domatesi doğradığını, dolaptan biberleri falan çıkardığını hep bile bile, düşüne düşüne yapar da, sonrasında, tava ocağın üzerine koyulduğu andan itibaren artık menemeni düşünmeyiz. Zor olanı atlatmış, başlamışızdır. Tavaya yağ koyduğumuzda, lezzet versin diye biraz da zeytinyağı eklediğimizde, artık o dakikadan itibaren kafamızdaki kişiyle konuşur, ona içimizde kalan cevabı verir, uzun yıllar evvel gerçekleşmiş bir hadiseyi yeniden düşünür, maaşın bu ay bir iki gün geç yattığını, alttan iki dersimizin olduğunu esefle hatırlar, ve bir de bakarız ki menemenimiz yemek için hazır! İşte, mektuba başlamak da böyle, nasıl başlarım nasıl başlarım dedim, dedim ve hiç ummadığım bir yerden, bir püf noktasıyla başladım. Menemen lezzetli olsun diye, biraz zeytinyağı katılır!

14 Kasım tarihli mektubunu aldım. Âdettendir, mektubun hangi tarihteki mektuba cevap olduğu söylenir ki edebiyat araştırmacısının işi kolaylaşsın ileride. Bir de arada postada geciken mektup var mı, kayıp başka mektup var mı, o açığa çıkar. Her neyse, resmen malumatfuruşluğum üzerimde. Konumuza dönelim.

Cogito dergisini epeydir takip ederim. Hepsini alır mıyım, hayır. Bir defa ilgilenmediğim konular hakkında çıkmışsa, neden alayım, hayat ilgimi çekmeyen şeyleri okumak, onlarla vakit öldürmek için çok kısa diye düşünürüm. İlgimi çekmeyen konularda çıkmış dergilerin içindekiler kısmına bakarım, ilgimi çekmediğine kesin olarak karar verir, elime aldığım gibi rafa geri bırakırım. Ama Aşk sayısı böyle olmadı. Onu bir sahafta gördüm. On liraydı. İkinci eldi benim aldığım dergi. Kitap formatında olduğundan, Cogito dergisi ikinci el olsa da taptaze durur genelde. Tavsiyemdir, sen de sahaflardan al. Nostalji olsun, kâğıt kokusu duy diye değil, düpedüz ucuz diye al. Hem aşk, hem on lira, nerede bulacaksın başka? (Gerçi sen İstiklal’deki o güzel YKY binasından almışsındır. Ne yapalım efendim, taşrada olmak böyle bir şey.)

Dergiyi incelemeye başladığımda, ilk önce Çetin Altan’ın röportajını okudum. Çetin Altan’ın asıl gazetecilik, köşe yazarlığı zamanlarına ben çok yetişemedim. O sıralarda aklım bir karış havada, başka şeylerle ilgilenirdim. Sonra onu tanıdım, yazılarını sevdim, alaycılığını sevdim, görmüş geçirmişliğini sevdim. “Aşk iyidir bak, duyumunu arttırır insanın” diyordu yazısında. Yanlış hatırlamıyorsam bir Edip Cansever şiiri. Aklıma “bir insanı sevmekle başlar her şey” diyen Sait Faik gelmişti. Sonra, 16. Yüzyılda yaşamış, şeyhülislamlık yapmış Kemal Paşazâde (İbnî Kemal)’nin mısraı geldi: “Yarsuz iş mi biter iş bitirür yar gerek”

Bana göre her üç yazar da aşkın insan için önemini çok iyi anlatmışlar. Gerçi Kemal Paşazâde’nin bahsettiği aşkın ne olduğu, bir insanı sevmek mi, Allah’ı sevmek mi olduğu tartışmalı bir durum, bilmiyorum, buna tezimde karar vereceğim, birkaç ay içinde netleşir.
Ne olursa olsun, insan âşık olmadan önceki hâline, âşık olduktan sonra yeniden dönemez. Aşk bir şey yapar insana. Doğasını, mayasını bozar. Bir defa âşık olduktan sonra, zaman içerisinde âşık olduğumuz, birlikte iyi kötü günler geçirdiğimiz kişiden ayrı bile düşsek, hiç âşık olmamış gibi davranamayız. Behçet Necatigil’in dediği gibi, “sonra büyür daha da/ korkunç yalnızlığımız”

Konuyu fazla dağıtıyorum. Aşk üzerine binyıllardır konuşuluyor, yazılıyor, çiziliyor… Peki ya sonuç? Sonuç yok. Hepimiz kendi tecrübemizi yaşayıp öleceğiz. İnsanlar aynı hatalara nasıl düşüyor? Mutlu olan insanların dediklerini neden yapmıyoruz? Bizden tecrübeli insanları dinlemek, bir yerden sonra neden ruhumuza sıkıntı verir de, kulaklarımız şöyle komik bir Bektaşi fıkrası dinlemeyi bu sıkıcı nasihatlerden daha çekici bulur? İşte hepsi bu yüzden. İnsan her zaman kendi tecrübesini yaşamak istiyor. Kendi hataları olsun istiyor. Sonuç olarak onları yapıyor, hiçbir şey olmazsa anı oluyor.

Dergiyi bu yazıda baştan sonra inceleyeyim dedim. Her yazı için ayrı ayrı düşüncelerimi belirteyim istedim, ama sonra bunu gereksiz buldum. Özellikle yukarıdaki paragraftan sonra, bunun dediğime ters düşeceğini düşündüm, vazgeçtim. Sen kendi tecrübeni edindin nasılsa. Senin tecrüben sana, benimki bana.

Dergideki yazıların hepsini okumadığını söylemiş, hepsini okumak mı gerekir, ben okumadım, o zaman benim durumum nedir hoca efendi, gibi bir soru sormuşsun. Beni aydınlat, demişsin. Biraz bundan bahsedeyim.

El Cevap: Benim için okumak, benden akıllı, benden tecrübeli biriyle oturup sohbet etmektir. Yazarlar bizim dertlerimizi bilirler. Her ne kadar bizden bağımsız bir roman yazdıklarını, bir hikâye anlattıklarını düşünsek bile, merak etmemeliyiz ki onlar, muhakkak yazdıklarının bir yerinde, bizim derdimize değinir, bizi ferahlatıcı, rahatlatıcı bir söz söylerler. Ama yüzümüze vurmamak için, dinleyen (okuyan) o kadar insan içinde bizi ayağa kaldırıp, bak senin derdinin çaresi şu demezler de, bize ufak bir göz kırpar, o beklediğimiz, beş yüz elli sayfadır peşinde olduğumuz cümleyi söyler, bizi mutlu ederler.
Biz insan olarak, hem saklanmak, hem bulunmak isteriz. Şehirlerarası terminallerde, mola yerlerinde efkârlı efkârlı sigara içen biriyle atışır, ona esprili bir şekilde takılır, ona dertli olduğumuzu belli eder, derdimizden bahsetmeden dünya hakkında konuşuruz ve Orhan Pamuk’un da dediği gibi bir daha görmeyeceğimiz bu adama her derdimizi anlatmak isteriz. Kitaplar bu işlevi görürler. Mektubunda, eskisi kadar okuyamadığını söylüyorsun, bu da bu nedenden. Ya eskisi kadar dertli değilsin, ya da anlatabildiğin, seninle dertlenen, derdine çare olmaya çabalayan biri var hayatında. Bilemedim.
Hülasa, derginin hepsini okumana gerek kalmayan, seni ilgilendiren bir cümleyle o dergide karşılaşmış, alacağını almış olabilir, devamını okumaya içinde istek duymamış olabilirsin. Bu normal.
*
Aşk-ı Memnu’yu üniversite birinci sınıfta okumuştum. Şimdi ne hatırlıyorsun desen, cevabım “hiçten az” olur. Buna rağmen sosyal medyada denk geldiğim “beni, beni, beni beni, Bihterini” repliği daha hatırda kalıcı oldu maalesef. Bahsettiğin baskıyı ben de gördüm. Aldım inceledim, kapak tam bir garabet. Kapaktaki kim mesela? Bihter’i mi temsil ediyor, yoksa öylesine bir İstanbul kadını mı? Bilinemiyor. Bihter’i temsil ediyorsa iş daha fena. Yazarın anlatması gereken şeklî özellikleri, bizim zihnimizde canlandırmamız gereken karakterlerden birini resmen katletmektir, kapakta onu temsilen bir resmin olması. Bu konuyu bilmiyorum. Neden yapılmış, ne amaçlanmış, bir malumatım yok. Belki, o da belllki, Halid Ziya’nın bu konuda bizim şimdilik bilmediğimiz bir görüşü olabilir. Bilemedim.

Tavsiyeni değerlendirip Aşk-ı Memnu’yu YKY baskısından, o da olmasa bile bendeki Can Yayınları baskısından yeniden okumayı düşünüyorum. Belki ilerde bu konu üzerine de yazışırız?

Şimdilik hoşça kal. Bizleri unutma. Tabi bu mümkünse…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ayrıca, yakın zamanda ikimiz de Nuri Bilge’nin Ahlat Ağacı’nı izledik. Eğer bu “muhafazakâr iktidar” bir sansür uygulasaydı, Sinan’ın o iki imamla olan uzun diyaloglarını “Müslümanların kafası karışır” der, filmden çıkarırdı.

Sümeyye, Artık birbirimize geç cevap vermemizden ötürü özür dilemememiz gerektiğini düşünüyor ve dilemiyorum. Hemen konumuza geçelim. ...