Sevgili Sümeyye,
Mektuba başlamak her zaman için
bir sıkıntı olmuştur. Yüzyıllardır böyle bu. Oku bak yazar mektuplarını, uzun
mektupların hepsi mektuba nasıl başlayacağını bilmediğini söyler, ilk önce
bundan dolayı, mektubun yazarı özür diler karşı taraftan. Yalnızca mektup
değil, her şeye başlamak her zaman sıkıntı olmuştur. Mutfakta menemen yapmaya
yeltenince ilk başlarda insan domatesi doğradığını, dolaptan biberleri falan
çıkardığını hep bile bile, düşüne düşüne yapar da, sonrasında, tava ocağın üzerine
koyulduğu andan itibaren artık menemeni düşünmeyiz. Zor olanı atlatmış,
başlamışızdır. Tavaya yağ koyduğumuzda, lezzet versin diye biraz da zeytinyağı
eklediğimizde, artık o dakikadan itibaren kafamızdaki kişiyle konuşur, ona
içimizde kalan cevabı verir, uzun yıllar evvel gerçekleşmiş bir hadiseyi
yeniden düşünür, maaşın bu ay bir iki gün geç yattığını, alttan iki dersimizin
olduğunu esefle hatırlar, ve bir de bakarız ki menemenimiz yemek için hazır!
İşte, mektuba başlamak da böyle, nasıl başlarım nasıl başlarım dedim, dedim ve
hiç ummadığım bir yerden, bir püf noktasıyla başladım. Menemen lezzetli olsun
diye, biraz zeytinyağı katılır!
14 Kasım tarihli mektubunu aldım.
Âdettendir, mektubun hangi tarihteki mektuba cevap olduğu söylenir ki edebiyat
araştırmacısının işi kolaylaşsın ileride. Bir de arada postada geciken mektup
var mı, kayıp başka mektup var mı, o açığa çıkar. Her neyse, resmen
malumatfuruşluğum üzerimde. Konumuza dönelim.
Cogito dergisini epeydir takip
ederim. Hepsini alır mıyım, hayır. Bir defa ilgilenmediğim konular hakkında
çıkmışsa, neden alayım, hayat ilgimi çekmeyen şeyleri okumak, onlarla vakit
öldürmek için çok kısa diye düşünürüm. İlgimi çekmeyen konularda çıkmış
dergilerin içindekiler kısmına bakarım, ilgimi çekmediğine kesin olarak karar
verir, elime aldığım gibi rafa geri bırakırım. Ama Aşk sayısı böyle olmadı. Onu
bir sahafta gördüm. On liraydı. İkinci eldi benim aldığım dergi. Kitap
formatında olduğundan, Cogito dergisi ikinci el olsa da taptaze durur genelde.
Tavsiyemdir, sen de sahaflardan al. Nostalji olsun, kâğıt kokusu duy diye
değil, düpedüz ucuz diye al. Hem aşk, hem on lira, nerede bulacaksın başka? (Gerçi
sen İstiklal’deki o güzel YKY binasından almışsındır. Ne yapalım efendim,
taşrada olmak böyle bir şey.)
Dergiyi incelemeye başladığımda,
ilk önce Çetin Altan’ın röportajını okudum. Çetin Altan’ın asıl gazetecilik,
köşe yazarlığı zamanlarına ben çok yetişemedim. O sıralarda aklım bir karış
havada, başka şeylerle ilgilenirdim. Sonra onu tanıdım, yazılarını sevdim, alaycılığını
sevdim, görmüş geçirmişliğini sevdim. “Aşk iyidir bak, duyumunu arttırır
insanın” diyordu yazısında. Yanlış hatırlamıyorsam bir Edip Cansever şiiri.
Aklıma “bir insanı sevmekle başlar her şey” diyen Sait Faik gelmişti. Sonra,
16. Yüzyılda yaşamış, şeyhülislamlık yapmış Kemal Paşazâde (İbnî Kemal)’nin
mısraı geldi: “Yarsuz iş mi biter iş bitirür yar gerek”
Bana göre her üç yazar da aşkın
insan için önemini çok iyi anlatmışlar. Gerçi Kemal Paşazâde’nin bahsettiği
aşkın ne olduğu, bir insanı sevmek mi, Allah’ı sevmek mi olduğu tartışmalı bir
durum, bilmiyorum, buna tezimde karar vereceğim, birkaç ay içinde netleşir.
Ne olursa olsun, insan âşık
olmadan önceki hâline, âşık olduktan sonra yeniden dönemez. Aşk bir şey yapar
insana. Doğasını, mayasını bozar. Bir defa âşık olduktan sonra, zaman
içerisinde âşık olduğumuz, birlikte iyi kötü günler geçirdiğimiz kişiden ayrı
bile düşsek, hiç âşık olmamış gibi davranamayız. Behçet Necatigil’in dediği
gibi, “sonra büyür daha da/ korkunç yalnızlığımız”
Konuyu fazla dağıtıyorum. Aşk
üzerine binyıllardır konuşuluyor, yazılıyor, çiziliyor… Peki ya sonuç? Sonuç
yok. Hepimiz kendi tecrübemizi yaşayıp öleceğiz. İnsanlar aynı hatalara nasıl
düşüyor? Mutlu olan insanların dediklerini neden yapmıyoruz? Bizden tecrübeli
insanları dinlemek, bir yerden sonra neden ruhumuza sıkıntı verir de,
kulaklarımız şöyle komik bir Bektaşi fıkrası dinlemeyi bu sıkıcı nasihatlerden
daha çekici bulur? İşte hepsi bu yüzden. İnsan her zaman kendi tecrübesini
yaşamak istiyor. Kendi hataları olsun istiyor. Sonuç olarak onları yapıyor,
hiçbir şey olmazsa anı oluyor.
Dergiyi bu yazıda baştan sonra
inceleyeyim dedim. Her yazı için ayrı ayrı düşüncelerimi belirteyim istedim,
ama sonra bunu gereksiz buldum. Özellikle yukarıdaki paragraftan sonra, bunun dediğime
ters düşeceğini düşündüm, vazgeçtim. Sen kendi tecrübeni edindin nasılsa. Senin
tecrüben sana, benimki bana.
Dergideki yazıların hepsini
okumadığını söylemiş, hepsini okumak mı gerekir, ben okumadım, o zaman benim
durumum nedir hoca efendi, gibi bir soru sormuşsun. Beni aydınlat, demişsin.
Biraz bundan bahsedeyim.
El Cevap: Benim için okumak,
benden akıllı, benden tecrübeli biriyle oturup sohbet etmektir. Yazarlar bizim
dertlerimizi bilirler. Her ne kadar bizden bağımsız bir roman yazdıklarını, bir
hikâye anlattıklarını düşünsek bile, merak etmemeliyiz ki onlar, muhakkak
yazdıklarının bir yerinde, bizim derdimize değinir, bizi ferahlatıcı,
rahatlatıcı bir söz söylerler. Ama yüzümüze vurmamak için, dinleyen (okuyan) o
kadar insan içinde bizi ayağa kaldırıp, bak senin derdinin çaresi şu demezler
de, bize ufak bir göz kırpar, o beklediğimiz, beş yüz elli sayfadır peşinde
olduğumuz cümleyi söyler, bizi mutlu ederler.
Biz insan olarak, hem saklanmak,
hem bulunmak isteriz. Şehirlerarası terminallerde, mola yerlerinde efkârlı efkârlı
sigara içen biriyle atışır, ona esprili bir şekilde takılır, ona dertli
olduğumuzu belli eder, derdimizden bahsetmeden dünya hakkında konuşuruz ve
Orhan Pamuk’un da dediği gibi bir daha görmeyeceğimiz bu adama her derdimizi anlatmak
isteriz. Kitaplar bu işlevi görürler. Mektubunda, eskisi kadar okuyamadığını
söylüyorsun, bu da bu nedenden. Ya eskisi kadar dertli değilsin, ya da anlatabildiğin,
seninle dertlenen, derdine çare olmaya çabalayan biri var hayatında. Bilemedim.
Hülasa, derginin hepsini okumana
gerek kalmayan, seni ilgilendiren bir cümleyle o dergide karşılaşmış, alacağını
almış olabilir, devamını okumaya içinde istek duymamış olabilirsin. Bu normal.
*
Aşk-ı Memnu’yu üniversite birinci
sınıfta okumuştum. Şimdi ne hatırlıyorsun desen, cevabım “hiçten az” olur. Buna
rağmen sosyal medyada denk geldiğim “beni, beni, beni beni, Bihterini” repliği
daha hatırda kalıcı oldu maalesef. Bahsettiğin baskıyı ben de gördüm. Aldım
inceledim, kapak tam bir garabet. Kapaktaki kim mesela? Bihter’i mi temsil
ediyor, yoksa öylesine bir İstanbul kadını mı? Bilinemiyor. Bihter’i temsil
ediyorsa iş daha fena. Yazarın anlatması gereken şeklî özellikleri, bizim
zihnimizde canlandırmamız gereken karakterlerden birini resmen katletmektir,
kapakta onu temsilen bir resmin olması. Bu konuyu bilmiyorum. Neden yapılmış,
ne amaçlanmış, bir malumatım yok. Belki, o da belllki, Halid Ziya’nın bu konuda
bizim şimdilik bilmediğimiz bir görüşü olabilir. Bilemedim.
Tavsiyeni değerlendirip Aşk-ı
Memnu’yu YKY baskısından, o da olmasa bile bendeki Can Yayınları baskısından
yeniden okumayı düşünüyorum. Belki ilerde bu konu üzerine de yazışırız?
Şimdilik hoşça kal. Bizleri
unutma. Tabi bu mümkünse…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder