20 Kasım 2018 Salı

Bir sanat eseri hikâyeden ayrılınca tatsız, tuzsuz bir şeye dönüşüyormuş dedim içimden. Hatta biz insanlar da öyle. Hatta bütün her şey öyle...


Sevgili Behiç,
    Özür dileyerek başlamak istiyorum mektubuma. Sanırım mektup arkadaşından ziyade bir günlük olmaya başladın benim için. Gün içinde aklıma gelen bir meseleyi, izlediğim film hakkındaki düşüncelerimi, esasında çok bilinen ama benim yeni keşfettiğim bir şarkıyı dinlerken hissettiklerimi sana anlatmak üzere aklımın bir yerine not etmeye başladım. Bilmem, buna sevinir misin?
Geçenlerde, vize haftamı oldukça güzel atlatmamın şerefine –kötü geçse sanki yapmayacakmışım gibi- kendime sinema ısmarladım. Elbette ki yalnız… Buna çoğu zaman hayıflansam da başka türlü olamayacağımı biliyorum. Mecburi ilişkiler bana göre değil. Kimseye göre değildir sanırım. Yemek yedikten sonra hesap ödemek için yarışamayacağım, sıkıntımdan bahsederken o gedikten bir gün sokulur muyum acaba diye düşüneceğim, mesajına biraz geç cevap verince huzursuz olacağım arkadaşlıklar kurmak istemiyorum. İki üç arkadaşım var, burada değiller fakat onlar tarafından sevilmek, yargılanmamak, vefasızlıklarıyla başa çıkmak zorunda olmamak büyük lüks. Bunu yeni bir insan tarafından baltalamak istemiyorum. Fakat yalnızlık da zor… Neyse ki bedenen bir yalnızlık bu, çok şükür…

     Ne diyordum? Vizelerim bittikten sonra, yani sürekli bir şeyleri zihnime sokuşturduğum o yorucu haftayı geride bıraktıktan sonra cumartesi günü merak ettiğim bir filme gittim. Tahmin edersin, Müslüm Gürses’in hayatının anlatıldığı filmdi bu. Açıkçası sana ‘’ölmüş adamın üzerinden para kazanıyorlar’’ zırvalığından bahsetmemek isterdim. Ama bu düşünce oldukça sinir bozucu geliyor ki sanırım yazmadan edemeyeceğim. Filmi yapanlardan, oynayanlardan, sponsorlarından bağımsız konuşmak istiyorum. Sinema –eğer filmin Pr’ı güzel de yapılırsa- oldukça para getiren bir alan, bu doğru. Filmin vizyona girmesinin üzerinden örneğin bir hafta geçtikten sonra haber siteleri o filmin hasılatından bahsederler. Biz insanlar da o hasılata bakıp ‘’Prim yaptılar’’ diye söyleniriz. Bu çok yersiz ve komik bir eleştiri gibi geliyor bana. Neyin filmi yapılmalı o zaman? Soykırımlar üzerine yapılan bir filme hiçbir zaman soykırım üzerinden para kazanmanın derdindeler yaklaşımı okumadım ben. Bilmem ki sen okudun mu?
   
     Film nasıldı? Bilemiyorum. Muhterem Nur’un da onay verdiği bir filmken gösterilenler hakkında kuşkuya yer veremeyiz sanırım. Gerçek bir hayatı izlemek garip… Kurmaca senaryolardan daha farklı şüphesiz… Sağımda solumda oturan herkes malum sahnelerde gözyaşlarını tutamadılar. Ben? Aslında çok çabuk ağlayabilen bir seyirciyim ben. Biliyorsun. Fakat ağlamadım. Gözlerim doldu yalnızca. Zannediyorum ki diğer insanların gözyaşları konsantrasyonumu bozdu komik bir şekilde. Filmden çıkıp metroya, ardından metrobüse yürürken hep Müslüm Gürses’in şarkılarını dinledim. Filmin başarısı ya da başarısızlığı üzerine düşünürken, Müslüm Gürses’in ‘’Affet’’ dediği anda başarılı bir film olduğu kanısına vardım. Film Müslüm Gürses’i objektif bir şekilde mi ele almış? Bilemiyorum. Ama eğer taraflı olsaydı, filmin salt amacı Müslüm Gürses’i bize sevdirmek olsaydı, karısına şiddet uyguladığı sahneleri göremezdik diye düşünüyorum. Çünkü o anlarda hemen hemen herkes Müslüm Gürses’e öfkelenmiştir. Bazılarımız buna ek olarak ona acımıştır da. Fakat ben bunlardan daha ziyade filmin ‘’şarkıların hikâyesi’’ üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Bir sahnede Müslüm Gürses’in çocukluğu Uzun İnce Bir Yoldayım türküsünü seslendiriyordu. Hocası ona kendi uzun, ince yolunu hayal etmesini ve türküyü bir de öyle seslendirmesini söyledi. Müslüm Gürses ikinci kez okudu türküyü. Muazzam. Bir sanat eseri hikâyeden ayrılınca tatsız, tuzsuz bir şeye dönüşüyormuş dedim içimden. Hatta biz insanlar da öyle. Hatta bütün her şey öyle... Hikâyemiz, bize güzellik katıyor. Kötü bir hikâye olsa bile ne yazar, o bizim hikâyemiz sonuçta?
Başka bir sahnede, Müslüm Gürses şarkısının akabinde ‘’Anlatabildik mi?’’ diyor. Bana bu düşünceyi veren başka bir an varsa, o da budur. Bilmem yanılıyor muyum fakat sanat dediğimiz bu şey anlatabilmenin başka başka formlarıyla karşımıza çıkan ürünler değil mi? Kiminin müzikle, kiminin şiirle, kiminin resimle yaptığı/yapmaya çalıştığı bu şeyi Müslüm Gürses de şarkılarıyla yapmaya çalışmamış mı?
  
     Kimindi hatırlamıyorum – buna pek de şaşırmamışsındır, genellikle anekdot sahiplerini unuturum- fakat garip bir söz anımsıyorum. Yüce bir ruha keder, elem zarar veremez, bilakis onu besler minvalinde bir sözdü. Anlatabilmenin başka yollarını arayan herkesin böyle insanlar olduğunu düşünmek istiyorum. Anlatmak için seçtikleri yolları bu şekilde daha çok sevebiliyorum çünkü. Şarkının bir hikâyesi olması, o şarkıyı kanlı canlı bir hale getiriyor sanki. Dinlerken aynı zamanda bir hikâyeyi okuyor gibi hissediyorum. Hele o şarkıyla benim aramda kimsenin bilmediği bir anı varsa, değme keyfime!



    Sonuç olarak, filmi bir sinema filmi olarak değerlendirmek için fazlasıyla toy ve donanımsızım. Ama mesele Müslüm Gürses’in anlatmaya çalıştığını duymaksa, duyabilmekse ben birazını bile olsa duyabildim zannediyorum.
Müslüm Gürses’in filminden çıktıktan sonra bana epey önce hediye ettiğin ama henüz okumaya fırsat bulamadığım/belki de bulmak istemediğim o kitaba başladım. Feyza Perinçek ve Nursel Duruel’in Cemal Süreya biyografisi kitabı. Kendisini çok sevemediğim bir şairdi Cemal Süreya, biliyorsun. Fakat onunla güzel bir anımız var. Babamın vefatından iki üç ay kadar sonraydı sanırım, hiçbir şey yapamadığım zamanlar. Kitaplara başlıyorum, bir iki sayfa okuyorum – okumak denirse- sonra gerisin geri rafa koyuyorum. Yine öyle bir gün elime Cemal Süreya’nın şiir kitabını aldım. Ortalarından bir sayfayı açtım, bakalım karşıma ne çıkacaktı. Evet, Cemal Süreya’nın babasına yazdığı o malum şiiri ilk kez o gün okudum. Sonra o şiirin yüzü suyu hürmetine sevdim onu. Fakat şimdi, bu kitapta onun yazdıklarının hikâyesini görmek, nasıl anlatsam, beni ona yakınlaştırıyor. Bu hissi sevdiğimi söylemeliyim.

   Sanırım fazla konuştum. Bana yazdığın son mektuba cevap niyetiyle oturmadım bu mektubun başına. (En başta söylemem gerekeni sonda söyledim yine, iyi mi?) Yine de bu mektubu okurken mutlu olacağını bilmek güzel.
Sevgiyle kal.
Sümeyye

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Ayrıca, yakın zamanda ikimiz de Nuri Bilge’nin Ahlat Ağacı’nı izledik. Eğer bu “muhafazakâr iktidar” bir sansür uygulasaydı, Sinan’ın o iki imamla olan uzun diyaloglarını “Müslümanların kafası karışır” der, filmden çıkarırdı.

Sümeyye, Artık birbirimize geç cevap vermemizden ötürü özür dilemememiz gerektiğini düşünüyor ve dilemiyorum. Hemen konumuza geçelim. ...