Sevgili Behiç,
Özür dileyerek başlamak istiyorum mektubuma. Sanırım mektup
arkadaşından ziyade bir günlük olmaya başladın benim için. Gün içinde aklıma
gelen bir meseleyi, izlediğim film hakkındaki düşüncelerimi, esasında çok
bilinen ama benim yeni keşfettiğim bir şarkıyı dinlerken hissettiklerimi sana
anlatmak üzere aklımın bir yerine not etmeye başladım. Bilmem, buna sevinir
misin?
Geçenlerde, vize haftamı oldukça güzel atlatmamın şerefine
–kötü geçse sanki yapmayacakmışım gibi- kendime sinema ısmarladım. Elbette ki
yalnız… Buna çoğu zaman hayıflansam da başka türlü olamayacağımı biliyorum.
Mecburi ilişkiler bana göre değil. Kimseye göre değildir sanırım. Yemek
yedikten sonra hesap ödemek için yarışamayacağım, sıkıntımdan bahsederken o
gedikten bir gün sokulur muyum acaba diye düşüneceğim, mesajına biraz geç cevap
verince huzursuz olacağım arkadaşlıklar kurmak istemiyorum. İki üç arkadaşım
var, burada değiller fakat onlar tarafından sevilmek, yargılanmamak,
vefasızlıklarıyla başa çıkmak zorunda olmamak büyük lüks. Bunu yeni bir insan
tarafından baltalamak istemiyorum. Fakat yalnızlık da zor… Neyse ki bedenen bir
yalnızlık bu, çok şükür…
Ne diyordum? Vizelerim bittikten sonra, yani sürekli bir
şeyleri zihnime sokuşturduğum o yorucu haftayı geride bıraktıktan sonra
cumartesi günü merak ettiğim bir filme gittim. Tahmin edersin, Müslüm Gürses’in
hayatının anlatıldığı filmdi bu. Açıkçası sana ‘’ölmüş adamın üzerinden para
kazanıyorlar’’ zırvalığından bahsetmemek isterdim. Ama bu düşünce oldukça sinir
bozucu geliyor ki sanırım yazmadan edemeyeceğim. Filmi yapanlardan,
oynayanlardan, sponsorlarından bağımsız konuşmak istiyorum. Sinema –eğer filmin
Pr’ı güzel de yapılırsa- oldukça para getiren bir alan, bu doğru. Filmin
vizyona girmesinin üzerinden örneğin bir hafta geçtikten sonra haber siteleri o
filmin hasılatından bahsederler. Biz insanlar da o hasılata bakıp ‘’Prim
yaptılar’’ diye söyleniriz. Bu çok yersiz ve komik bir eleştiri gibi geliyor
bana. Neyin filmi yapılmalı o zaman? Soykırımlar üzerine yapılan bir filme
hiçbir zaman soykırım üzerinden para kazanmanın derdindeler yaklaşımı okumadım
ben. Bilmem ki sen okudun mu?
Film nasıldı? Bilemiyorum. Muhterem Nur’un da onay verdiği
bir filmken gösterilenler hakkında kuşkuya yer veremeyiz sanırım. Gerçek bir hayatı
izlemek garip… Kurmaca senaryolardan daha farklı şüphesiz… Sağımda solumda
oturan herkes malum sahnelerde gözyaşlarını tutamadılar. Ben? Aslında çok çabuk
ağlayabilen bir seyirciyim ben. Biliyorsun. Fakat ağlamadım. Gözlerim doldu
yalnızca. Zannediyorum ki diğer insanların gözyaşları konsantrasyonumu bozdu
komik bir şekilde. Filmden çıkıp metroya, ardından metrobüse yürürken hep
Müslüm Gürses’in şarkılarını dinledim. Filmin başarısı ya da başarısızlığı
üzerine düşünürken, Müslüm Gürses’in ‘’Affet’’ dediği anda başarılı bir film
olduğu kanısına vardım. Film Müslüm Gürses’i objektif bir şekilde mi ele almış?
Bilemiyorum. Ama eğer taraflı olsaydı, filmin salt amacı Müslüm Gürses’i bize
sevdirmek olsaydı, karısına şiddet uyguladığı sahneleri göremezdik diye
düşünüyorum. Çünkü o anlarda hemen hemen herkes Müslüm Gürses’e öfkelenmiştir.
Bazılarımız buna ek olarak ona acımıştır da. Fakat ben bunlardan daha ziyade
filmin ‘’şarkıların hikâyesi’’ üzerine kurulu olduğunu düşünüyorum. Bir sahnede
Müslüm Gürses’in çocukluğu Uzun İnce Bir Yoldayım türküsünü seslendiriyordu.
Hocası ona kendi uzun, ince yolunu hayal etmesini ve türküyü bir de öyle
seslendirmesini söyledi. Müslüm Gürses ikinci kez okudu türküyü. Muazzam. Bir
sanat eseri hikâyeden ayrılınca tatsız, tuzsuz bir şeye dönüşüyormuş dedim
içimden. Hatta biz insanlar da öyle. Hatta bütün her şey öyle... Hikâyemiz,
bize güzellik katıyor. Kötü bir hikâye olsa bile ne yazar, o bizim hikâyemiz
sonuçta?
Başka bir sahnede, Müslüm Gürses şarkısının akabinde
‘’Anlatabildik mi?’’ diyor. Bana bu düşünceyi veren başka bir an varsa, o da
budur. Bilmem yanılıyor muyum fakat sanat dediğimiz bu şey anlatabilmenin başka
başka formlarıyla karşımıza çıkan ürünler değil mi? Kiminin müzikle, kiminin
şiirle, kiminin resimle yaptığı/yapmaya çalıştığı bu şeyi Müslüm Gürses de
şarkılarıyla yapmaya çalışmamış mı?
Kimindi hatırlamıyorum – buna pek de şaşırmamışsındır,
genellikle anekdot sahiplerini unuturum- fakat garip bir söz anımsıyorum. Yüce
bir ruha keder, elem zarar veremez, bilakis onu besler minvalinde bir sözdü.
Anlatabilmenin başka yollarını arayan herkesin böyle insanlar olduğunu düşünmek
istiyorum. Anlatmak için seçtikleri yolları bu şekilde daha çok sevebiliyorum
çünkü. Şarkının bir hikâyesi olması, o şarkıyı kanlı canlı bir hale getiriyor
sanki. Dinlerken aynı zamanda bir hikâyeyi okuyor gibi hissediyorum. Hele o
şarkıyla benim aramda kimsenin bilmediği bir anı varsa, değme keyfime!
Sonuç olarak, filmi bir sinema filmi olarak değerlendirmek
için fazlasıyla toy ve donanımsızım. Ama mesele Müslüm Gürses’in anlatmaya
çalıştığını duymaksa, duyabilmekse ben birazını bile olsa duyabildim
zannediyorum.
Müslüm Gürses’in filminden çıktıktan sonra bana epey önce
hediye ettiğin ama henüz okumaya fırsat bulamadığım/belki de bulmak istemediğim
o kitaba başladım. Feyza Perinçek ve Nursel Duruel’in Cemal Süreya biyografisi
kitabı. Kendisini çok sevemediğim bir şairdi Cemal Süreya, biliyorsun. Fakat
onunla güzel bir anımız var. Babamın vefatından iki üç ay kadar sonraydı
sanırım, hiçbir şey yapamadığım zamanlar. Kitaplara başlıyorum, bir iki sayfa
okuyorum – okumak denirse- sonra gerisin geri rafa koyuyorum. Yine öyle bir gün
elime Cemal Süreya’nın şiir kitabını aldım. Ortalarından bir sayfayı açtım,
bakalım karşıma ne çıkacaktı. Evet, Cemal Süreya’nın babasına yazdığı o malum şiiri
ilk kez o gün okudum. Sonra o şiirin yüzü suyu hürmetine sevdim onu. Fakat
şimdi, bu kitapta onun yazdıklarının hikâyesini görmek, nasıl anlatsam, beni
ona yakınlaştırıyor. Bu hissi sevdiğimi söylemeliyim.
Sanırım fazla konuştum. Bana yazdığın son mektuba cevap
niyetiyle oturmadım bu mektubun başına. (En başta söylemem gerekeni sonda
söyledim yine, iyi mi?) Yine de bu mektubu okurken mutlu olacağını bilmek
güzel.
Sevgiyle kal.
Sümeyye


Hiç yorum yok:
Yorum Gönder