Sümeyye,
Artık birbirimize geç cevap
vermemizden ötürü özür dilemememiz gerektiğini düşünüyor ve dilemiyorum. Hemen
konumuza geçelim.
Mektubunda öncelikle sansür
meselesine değinmişsin. Ben, şahsen sansürün birilerinin iddia ettiği kadar
kötü bir şey olduğunu düşünmediğimi söyleyeceğim. Sansür, hiçbir işe yaramasa
bile sanatçının daha yaratıcı olmasını tetikler. Sanatçının ilk aklına gelen
çözüme değil, daha zekice olan çözüme başvurmasını sağlar ki bu da eserini
ölümsüz yapar. Bizim bugün için izleyip hayran kaldığımız eski filmlerin
çoğunun bir sansür dönemi ürünü olduğunu unutmayalım. Sansürün öngörülemez
güzelliği varsa o da budur: Daha güzel filmler, daha güzel kitaplar.
“Ufak bir dokunuşla”
öğrenebilmek, diyorsun. Ufak bir dokunuşla varabileceğimizi bildiğimiz bir
noktayı, aslında henüz varmamışken de biliyoruz demektir. Sansürün amacı, o
noktanın, varılacak o yerin ne olduğunu bilmeyen, o yerden haberi bile olmayan
insanları “korumak”tır belki de? Sadece bir düşünce bu. Elbette sansürün, en
nihayetinde siyasi otoritelerin işine geleni yayınlatıp, işine gelmeyene ceza
kesmesi durumu olduğunun farkındayım. Fakat ülkemizde ve dünyada, bizim ufak
bir dokunuşla ulaşabildiğimiz, saklandığını zannettiğimiz bilgilerin
varlığından bile haberi olmayan yüzbinlerce çocuk var. Bana göre en azından
televizyondaki sansür, çocukları bir nebze de olsa koruyor. Ha, diyeceksin ki o
halde televizyondaki bu ahlaka mugayir, muzır neşriyat numuneleri neler? Bu ise
memlekette düşünüldüğü gibi bir sansürün olmadığını gösterir. Sansür dediğimiz
şey “eşek” kelimesini yasaklar, fakat nelere nelere müsaade eder. Çünkü bir
çocuğun bir büyüğüne “eşek” demesini devletimiz istemez. Bu bile televizyondaki
sansürün büyükler için değil, çocuklar için olduğunun işareti. “Ahlaka mugayir”
diğer sahneler çıktığında ise, çocuğunu bu sahnelerden korumak isteyen
kimselerin evinde canhıraş bir şekilde kumanda arayışı zaten vardır. Fakat o
dakikada “eşek” kelimesini duymasını engellemez çoğu aile. Sonra abdestini yeni
almış, çoraplarını giyen dedelerine, sinirlendiğinde herkesin ortasında “eşşoğlusu”
diye çıkışan, 5-6 yaşlarında, pırıl pırıl bir nesil çıkar ortaya.
Hâsılı, ülkemizde devlet tarafından
uygulanan, edebiyatı yapıldığı kadar bir sansür olduğunu düşünmüyorum. Hatta
yok bile denebilir. Bu ülkede sansürün en zirvede olduğu bir dönemde Yol diye
bir film çekilebilmiş, o dönemde dahi sanat, sinema engellenememiş, hak eden
eser öyle ya da böyle bir gün hak ettiği değere ulaşmışsa, bugünkü sanatçılar
sansür diye bir hayaleti bahane ederek kendi üretme yoksunluklarına kılıf
bulmaktan vazgeçmelidirler. (Yol filminin yapım sürecini de içine alan Tarık
Akan’ın Anne Kafamda Bit Var kitabını okumanı tavsiye ederim.)
Ayrıca, yakın zamanda ikimiz de Nuri Bilge’nin Ahlat Ağacı’nı izledik. Eğer bu “muhafazakâr iktidar” bir sansür uygulasaydı, Sinan’ın o iki imamla olan uzun diyaloglarını “Müslümanların kafası karışır” der, filmden çıkarırdı. Oysa, Ahlat Ağacı bu “muhafazakâr iktidar”dan maddi destek almış bir film. Daha nice böyle film var. İktidarı savunmuyorum, olması gereken budur. Fakat gönüllerince hakaret edemedikleri için engellenen bazı kimselerin “devlet sansür uyguluyor” demelerini de hoş göremeyeceğim.
Sansür çok yönlü bir konudur. Ben
yukarıda devlet tarafından uygulandığı iddia edilen sansürü ele aldım. Bir de
sermaye sahiplerinin uyguladığı sansür vardır ki, ona diyecek hiçbir şeyim
yoktur. Evet, o sansür ülkemizde de dünyada da vardır. Onu eleştirelim, onun
üzerine gidelim. En basitinden, bir dergide yazı yayınlatmak istediğinde, buna
doğrudan devlet karışmaz, dergi sahipleri karışır. Hatta çoğu zaman, artık
günümüzde devletin haberi bile olmaz. Dergi editörünün fikrinde misin, hikâye anlayışın,
şiir anlayışın o derginin yayın kurulunun anlayışına denk midir, bunlara
bakılır. Hele hele o dergi çevresinden birine (ağır abilerinden/ablalarından
birine) Kral Çıplak ithamıyla yaklaşmaya kalkmışsan yazında, yazının
yayınlanması diye bir durum söz konusu olamaz. Yani parayı elinde tutanın,
yayın aracını elinde tutanın uyguladığı sansür anlaşılmasın diye, yine bunlar
tarafından suç çoğu zaman devlete atılır. Film mi çekeceksin? Sinema
salonlarının sahibi firma ile filmin gösteriminden alacağın payda anlaşamadın
mı, gösterime giremezsin.
Sansür konusunu daha fazla
uzatmak istemiyorum. Toparlarsam, devletten ziyade, sermaye sahiplerinin bir
sansürü olduğunu düşünüyorum. Ve ayrıca, hangisi olursa olsun dine, bu devletin
kurucularına, halkların kutsallarına olan hakaretleri, amacı bu olan filmleri,
dizileri, kitapları yayınlatmamanın, onları sansürlemenin çok doğru olduğuna
inanıyorum. Milyarlarca inananı olan Hristiyanlığın peygamberine, yine
milyarlarca inananı olan Müslümanlığın peygamberine sırf hakaret olsun diye
hakaret etmek, bir ateistin inançsızlığına sırf alay olsun diye saldırmak da
böyledir. Engellenmelidir.
*
Tavsiye ettiğin için, Şahsiyet’i ben de izledim. 10
üzerinden 7 verebilirim. Kadraj konusunda, az buçuk amatör fotoğrafçılığı olan
birisi olarak söylemeliyim ki, niçin o şekilde olduğunu anlamadığım kadrajlar
yapılmış. Yani değişik kadrajlamaların artık uygulanmaya başlandığını, o eski
kompozisyon kurallarının dışına çıkıldığını biliyoruz. Ki ben çok da severim,
sahnedeki duruma, duygu-durum yoğunluğuna göre kadrajlama yapılmasını. Fakat
ben dizide buna çok anlam veremedim. Bazen gerekli. Ama çoğu zaman, sanki
“böyle başladık böyle devam etsin” der gibi devam edilmiş. Ha, bu mu puan
kırmama sebep? Hayır. Kadrajını sevmedim diye sahneleri izlemedim mi, izledim. Hem belki benim anlamadığım-bilmediğim bir mantığı vardır bu kadraj işinin. Olabilir.
Dizinin dünya “standartları”nda
olduğunu düşünüyorum. Ama böyle deyince insan sanki dünyada “ilklere” dâhil
olurmuş gibi algılıyor psikolojik olarak. Hayır, dünya “standartlarında”, yani
ortalama, yani eskilerin dediği, bizim “kötü” olarak, yanlış algıladığımız
hâliyle “vasat”.
Ne işe yaradığı çok da belli
olmayan, olmasa da olan karakterler var. Olmasa da olur diyaloglar var. Sırf
demiş olmak için, sırf aykırı olmak için söylenmiş sözler var. Mesela bir
örnek: Basın açıklaması sırasında, gazeteci Ateş, adını unuttuğum (Tolga
mıydı?) emniyet amirinin “gereğini yapıyoruz” sözüne şu mealde bir karşılık
verir: “Farkında mısınız? Bu ülkede bir devlet görevlisi gereği yapılıyor
diyorsa, aslında hiçbir şey yapılmıyordur.”
Ne kadar güzel bir laf böyle Ateş
bey. Ne kadar güzel. Çok mu düşündünüz? Niçin böyle diyorum biliyor musun? Biz
izleyici olarak, o dakikaya kadar biliyoruz ki tüm ekip elinden geleni
GERÇEKTEN yapıyor. Ekip seri katili bulucaz diye gecesini gündüzüne katmış
çalışıyor. Yani yetkililer gerçekten bir şeyler yapıyorlar fakat Ateş beyimiz tribünlere
oynatılıyor. Bu sahne dizinin ilerleyen bölümlerinde olsaydı gazeteciye bir
nebze hak verebilirdik. Fakat sırf seyirciye “helal olsun” dedirtmek için
(senarist tarafından) Ateş’e erken dedirtilmiş bir söz, bu zamana kadar devlet
yetkilileri tarafından söylenmiş “gereği yapılıyor, vatandaşlarımız müsterih
olsunlar” sözlerini yok yere aklıyor.
Mektubum sanki sana bir reddiye
gibi oldu. Hâşâ.
Cevap mektubunu EN YAKIN ZAMANDA
bekliyorum. Sevgiler.
Zarûrî bir not: Bu yazı,
kamuoyunda “sansür yasası” diye de bilinen, sinema ile ilgili bazı konuları
düzenleyen yasa çıkmadan önce yazılmıştı. Dolayısıyla yeni yasa, benim sansürle
ilgili dediklerimi boşa çıkarır mı, çıkarmaz mı henüz bilmiyorum.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder